SIRADAN BİR HALK OLARAK İNSAN HAKLARIMIZI BİLİYORMUYUZ.

>> SIRADAN BİR HALK OLARAK İNSAN HAKLARIMIZI BİLİYORMUYUZ.

 

   

BÖLÜM: İNSAN HAKLARI KAVRAMI

A. İnsan Hakları Nedir?

İnsan Hakları, insanı insan yapan ve insanın sırf insan olarak herhangi bir şarta veya statüye bağlı olmadan doğuştan sahip olduğu dokunulmaz, vazgeçilmez, üstün nitelikli ahlaki değerlerdir. Bu haklar;

•          İnsanın değerini ve onurunu korur.

•          İnsanın, “insanca” yaşaması için gerekli, zorunlu koşulları ifade eder.

•          İnsanın insan olmaktan kaynaklanan gereksinimlerini karşılamaya yönelik, maddi ve manevi varlığını korumayı, geliştirmeyi hedef edinen en temel değerlerdir.

İnsan haklarının kaynağı, “insan doğası” ve bu doğanın özünde varolan “insan onurudur”. Tüm insanlar, insan olmanın gereği olarak, bu haklara din, dil, ırk, cinsiyet, toplumsal köken, ulusal aidiyet vb. hiçbir ayırım gözetilmeksizin “eşit” bir şekilde sahiptirler. Yani, insan hakları “evrenseldir”; zamandan, mekandan, ekonomiden ve kültürden bağımsız olarak insanın varoluşuyla birlikte vardır.

Bir başka açıdan, insan haklarını insan onurundan kaynaklanan siyasi talepler olarak da ifade etmek mümkündür. Çünkü insan hakları bireyin bilhassa devlet karşısında ileri sürdüğü ve ondan ihlal etmemesini istediği haklardır. Buna göre, devletin varlık nedeni, bireyin doğuştan sahip olduğu temel hak ve özgürlükleri güvenceye almaktır. Devlet, toplumu oluşturan bireylerin bu maksatla kurdukları bir siyasal örgütlenmenin adıdır. Bu anlamda, devletin biri negatif, diğeri de pozitif olmak üzere iki tür yükümlülüğü bulunmaktadır. Devletin negatif yükümlülüğü, onun özellikle güç kullanan aygıtlarıyla bireylerin hak ve özgürlüklerini ihlal etmemesini ifade eder. Sözgelimi, işkence yasağının ihlali devletin negatif yükümlülüğünün yerine getirilmediğini gösterir. Diğer yandan, devlet sadece insan haklarını ihlal etmemekle değil, bu ihlalleri önlemekle ve insanın insanca yaşaması, maddi ve manevi varlığını geliştirmesi için her türlü tedbiri de alması gerekir. Bu bağlamda, örneğin, yetkililerin patlaması muhtemel bir çöplüğün etrafındaki yapılaşmaya izin vermesi, devletin yaşama hakkını koruma noktasındaki pozitif yükümlüğünü yerine getirmediğini göstermektedir.

İnsan haklarının neler olduğu, neleri kapsayıp kapsamadığı siyasal/ideolojik/felsefi tutum ve tercihlere göre farklılık gösterebilirse de bu konuda günümüzde özellikle uluslar arası standart oluşturma sürecinde belli bir uzlaşıya varılmış olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bugün başta BM insan Hakları Evrensel Bildirgesi(1948), BM İkiz sözleşmeleri (Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi (1976); Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (1976)  olmak üzere gerek BM ve gerekse Bölgesel düzeyde kabul edilen birçok belge ve sözleşmeyle ortak bir insan hakları hukukunun oluştuğu ve bu hukuk içerisinde artık sadece “klasik”(birinci kuşak) haklar olarak bilinen medeni ve siyasal haklar değil aynı zamanda “ikinci kuşak” haklar olarak bilinen ekonomik, sosyal ve kültürel haklar ile “üçüncü kuşak” (dayanışma) olarak bilinen çevre hakkı, kalkınma hakkı, barış hakkı gibi hakların da insan haklarının ayrılmaz bir parçası olduğu ve bu hakların bir bütün olarak insan onuru ve insanca bir “varoluş” un vazgeçilmez ve bölünmez bir parçası olduğu genel kabul gören bir görüştür. Başka bir ifadeyle, tüm kuşak hakları insanca bir yaşam sürdürebilmek için gerekli olan haklardır. Birbirine bağımlı olan bu haklardan birinin yokluğu diğerlerini de olumsuz etkiler. Her biri insanın temel bir gereksinimini karşılamaya yönelik olan insan hakları bir bütün olarak “insanı insan yapan özelliklerin toplamı, insanca bir yaşamın asgari koşullarıdır” .

Ayrıntıya gitmeden  ifade etmek gerekirse Klasik (Birinci Kuşak) Haklar bireyleri devlete ve topluma karşı koruyan, bireylere, kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri özel, dokunulmaz alanlar sağlayan ve bireylerin devlet yönetimine katılmalarını güvence altına alan haklardır. Klasik Haklar, bir başka ifadeyle, özünde bireyin maddi ve manevi bütünlüğünü koruyan, özgürlüğünü güvence altına alan ve bireyi devletin keyfi yönetimine karşı koruyan hakları ifade eder. Asıl amacı birey karşısında devletin gücünü sınırlandırmayı sağlamak olan klasik haklara devletin müdahale etmeme, yani karışmama yükümlülüğü vardır.

 Klasik Hakların başlıcaları şunlardır:

 •          Yaşama Hakkı ve Kişi dokunulmazlığı

•          İşkence ve Kötü Muamele Yasağı

•          Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği

•          Düşünce ve İfade Özgürlüğü

•          Din ve Vicdan Özgürlüğü

•          Özel hayatın Gizliliği Hakkı

•          Adil Yargılanma Hakkı

•          Mülkiyet Hakkı

•          Ayırımcılık Yasağı

•          Toplantı ve Gösteri yürüyüşü hakkı

•          Dernek Kurma Hakkı

•          Çalışma Özgürlüğü

•          Dilekçe Hakkı

•          Seçme ve Seçilme Hakkı

•          Kamu hizmetlerine girme hakkı

Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar ya da “İkinci Kuşak” Haklar, istihdam, eğitim, sağlık gibi insan gelişimi için gerekli olan koşulların veya “ insani olanakların geliştirebilmesini sağlayan ön koşullara” yönelik haklardır. Başka bir ifadeyle, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar bireyi toplumsal risklere karşı koruyan, insanca yaşamak için yeterli bir yaşam düzeyini güvence altına alan ve Klasik Haklardan gerçekten yararlanabilmelerine imkan tanıyan ve bu amaçla bireyin devletten ve toplumdan gerçekleştirmelerini talep edebilecekleri haklardır. Bu hakların büyük bir çoğunluğu, Klasik Haklardan farklı olarak, önemli ölçüde devlete bir hizmet sunma görevi veren ve bu nedenle devletin aktif müdahalesini gerektiren ve gerçekleştirilmeleri büyük ölçüde mali kaynakların kullanılmasına bağlı olan haklardır. Bununla birlikte,  Klasik Haklarla Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar arasındaki ayrım, çok da katı bir şekilde yorumlanmamalıdır. Devletleri belirli hareketlerden kaçınmaya yükümlü kılan klasik haklar olduğu gibi belli bir güvence yükümlülüğü ve bu nedenle büyük mali kaynaklar gerektiren klasik haklar da vardır. Ayrıca özellikle belirtmek gerekir ki Klasik Hakların gerçekten özellikle de üçüncü kişilerden yani toplumdan gelen müdahalelere karşı korunabilmesi devletler tarafından büyük yatırımlar yapılmasını ve bu anlamda büyük mali olanakların kullanılmasını gerektirmektedir. Örneğin adil yargılanma hakkı, iyi eğitimli yargıçları, savcıları, savunma avukatlarını, polis memurlarını, yeterli cezaevlerini ve diğer tesisleri gerektirmektedir. Benzer şekilde Siyasal Hakların vazgeçilmez kullanımını ifade eden seçimler de yüksek harcamalar gerektiren bir diğer örnek olarak zikredilebilir.

Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Hakların belli başlıları şunlardır:

 •          Çalışma Hakkı

•          Sosyal Güvenlik Hakkı

•          Sendika Kurma Hakkı

•          Toplu Sözleşme ve Grev Hakkı

•          Yeterli Yaşama Düzeyi Hakkı (Beslenme, Konut )

•          Eğitim Hakkı

•          Sağlık Hakkı

•          Kültürel Yaşama Katılabilme hakkı

2. Dünya savaşından sonra gelişen, özellikle, çevre kirliliği, nükleer silahların yarattığı savaş tehlikesi, bölgeler arasında gelişme farklılığı gibi nedenlerin ortaya çıkardığı ve Barış Hakkı, Çevre Hakkı, Gelişme Hakkı, İnsanlığın Ortak Mirasından Yararlanma Hakkı gibi haklardan oluşan “Üçüncü Kuşak” ya da “Dayanışma Hakları”, bireysel yönleri olmakla birlikte bu haklar, daha ziyade diğer hakların gerçekleştirilebilmesinin daha genel koşullarını ifade ederler. Gerçekleştirilebilmeleri için kişilerin, kurumların, devletin ve hatta uluslar arası camianın ortak işbirliği ve dayanışması gerekir. Özgür olmaktan daha ziyade kişi ve grupların ortak dayanışmasını gerektirir. Mesela, Çevre Hakkına ilişkin olarak, çevreye zarar verilmemesi, çevreye zarar verenlerin engellenmesi gerekir. Bu ise devletle birlikte diğer kişi ve kuruluşların ortak çabasını sorumluluğunu gerektirir .

İnsan haklarına ilişkin belirtilmesi gereken önemli bir husus, bu hakların statik olmayıp dinamik bir karaktere sahip olduğu; siyasal, ekonomik, toplumsal ve özellikle de teknolojik hayattaki gelişmelere paralel olarak bu hakların sayı ve niteliğinde da bazı değişikliklerin söz konusu olabileceği, şu anda öngörülemeyen yeni bazı hakların veya hak kategorilerin insan hakkı olarak tanımlanabileceğidir. İnsan değeri veya insan onuru gibi soyut kavramlar ifade ettiği evrensel unsurlarla birlikte içinde bulunulan koşullarla sürekli bir etkileşim içerisinde tanımlanmalı ve insanca bir yaşam için zorunlu olan tüm unsurları içermelidir. Nihayetinde değişen koşullar insanlar için yepyeni zorluk ve tehlikeler içerebilmekte ve insan varlığına ve insanca bir yaşama yönelik ciddi tehditler oluşturabilmektedir. İnsani bir varoluş ve onurlu bir yaşam için gerekli tüm koşulları ifade eden insan hakları kavramının da, bu yeni durum, yeni tehditler karşısında, insanlara asgari düzeyde yeni güvenceler içerecek şekilde tanımlanması ve kapsamının genişletilmesi kuşkusuz bir zorunluluk olacaktır.

B. Dünyada İnsan Haklarının Gelişimi

İnsan haklarının doğuşu eski tarihlere dayanır. Ancak bu hakların bir kavram olarak şekillenmesi 18. yüzyılda başlamıştır. İnsan hakları düşüncesinin 1215’de İngiltere’de ilan edilen İngiliz Büyük Şartı (Magna Charta Libertatum) ile başladığı kabul edilmektedir. Bu Şart ile kişinin can ve mal güvenliğine sahip olduğu belirtilerek, kralın keyfi uygulamalarına son verilmiştir.

Diğer taraftan 10 Aralık 1948’de ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi günümüzün Magna Charta’sı olarak kabul edilmektedir. Ayrıca bu tarihten önce benzeri beyannamelerin de ilan edildiği bilinmektedir. 1776 Virginia İnsan Hakları Beyannamesi veya Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi bunlara örnek olarak verilebilir. Bu beyannamelere göre insanlar doğal olarak özgür ve bağımsızdırlar, doğuştan vazgeçemeyecekleri ve devredemeyecekleri bazı haklara sahiptirler. İnsanların yaşama hakkı ve özgürlüğü vardır. Mülkiyet hakkına sahiptirler. Devletin bu hak ve özgürlükleri güvence altına almak ve bunları gerçekleştirilmesine elverişli ortamı hazırlamak gibi görevleri vardır. İnsan haysiyeti ve yaşama hakkı bütün bu hak ve özgürlüklerin temelini oluşturur.

Özellikle İkinci Dünya Savaşının yıkıcılığı ve yakıcılığından sonra kurulan uluslararası  düzende insan haklarının korunması temel kaygı haline gelmiştir. Bu, bir anlamda insan hakları hukuku tarihinde “devrim” niteliğinde bir gelişmedir. Zira tarihte ilk kez devletlerin vatandaşlarına yönelik davranışları sadece onların iç meselesi olmaktan çıkmıştır. “Ben devletim, vatandaşıma dilediğimi yaparım” anlayışı, uluslarüstü organların kurulmasıyla birlikte tarihe karışmıştır. Bu organlara öncülük yapan belge, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’dir. Bunu, insan haklarını bölgesel ve evrensel düzeyde korumayı amaçlayan sözleşmeler izlemiştir. Avrupa Konseyi bünyesinde hazırlanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler bünyesinde hazırlanan ve “İkiz Sözleşmeler” olarak da bilinen Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile Sosyal ve Ekonomik Haklar Sözleşmesi, bunların en iyi bilinenleri arasındadır.

Bunların dışında, işkenceyle, ırkçılık ve her türlü ayrımcılıkla mücadele eden, kadın ve çocuklar gibi özel toplumsal kesimleri korumayı amaçlayan çok sayıda uluslar arası sözleşme imzalanmıştır. Bilhassa Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin kurduğu denetim mekanizması insan haklarının ulusalüstü düzlemde ne kadar etkili bir şekilde korunabileceğinin güzel bir örneğini vermiştir. Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları, taraf devletlerin insan hakları mevzuatının ve uygulamasının geliştirilmesine önemli ölçüde katkılar yapmıştır.

C. Temel Hak ve Özgürlüklerin Sınırlandırılmasının Sınırları

Modern devlet/kamu hizmeti yaklaşımında devletin görev ve sorumluluğu, insan haklarının hukuksal ve kurumsal yollarla güvence altına alınmasıdır. Bu sorumluluk genel olarak Anayasa düzeyinde açıkça düzenlenmiştir.

Diğer yandan İnsan Haklarının, bireyin unsuru olduğu sosyal toplumun gerektirdiği bazı hallerde sınırlandırılabileceği gerek teoride gerekse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi dahil yargı içtihatları ile ulusal ve uluslararası düzenlemelerde genel kabul gören bir husustur. Örneğin karantinaya alınan bir bölgeye giden bir kişinin seyahat özgürlüğünün kısıtlanması yine o kişinin ve toplumun sağlık veya yaşam hakkının korunması amacıyla sınırlanabilmektedir. Ayrıca, savaş hali ve olağanüstü hal gibi durumlarda da belli haklara sınırlamalar getirilmesi kabul edilebilmektedir.

Kamu gücüne insan haklarının sınırlandırılması konusunda verilen yetkiler gerek Anayasa gerekse taraf olduğumuz uluslar arası sözleşmeler ile bir takım sınırlara tabi kılınmıştır.

Öncelikle işkence yasağı mutlaktır ve bu konuda herhangi bir sınırlama veya istisnai düzenlemeye gidilemez. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, savaş hali ve olağanüstü hal gibi durumlarda dahi “kölelik ve zorla çalıştırma yasağı” ve “cezaların kanuniliği” ilkesine sınırlama getirilemeyeceğini kabul etmektedir.

Sınırlamanın kabul edildiği hallerde ise; bu sınırlamanın mutlaka kanun ile yapılması anayasal bir zorunluluktur. Tüzük, yönetmelik, Bakanlar Kurulu kararı veya benzeri düzenlemelerle insan hakları alanında herhangi bir sınırlandırmaya gidilemez. Ayrıca söz konusu kanuni düzenlemenin sınırlama konusunda Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere dayanması gerekmektedir.

Diğer yandan, sınırlamanın hakkın özünü ortadan kaldıran ve haktan pratikte yararlanılmasını imkansızlaştıran nitelikte olmaması da anayasamızın amir hükmüdür. Anayasa Mahkemesi, (26.11.1986 gün, E.1985/8, K.1986/27 sayılı karar) bir hak ve özgürlüğün amacına uygun biçimde kullanılmasını son derece zorlaştıran veya bunu kullanılmaz duruma düşüren kayıtlara bağlı tutulması durumunda, hak ve özgürlüğün özüne dokunulmuş olacağını belirtmiş; bir hak ve özgürlüğün kullanılmasını “genel olarak izin alınmasına” bağlanmasına da, hak ve özgürlüğün özüne dokunmak olarak nitelendirmiştir. (28.1.1964 günlü, E.1963/28, K.1964/8 sayılı karar)

İnsan haklarına getirilecek sınırlamaların aynı zamanda ölçülü olması da gerekmektedir. Eğer getirilen sınırlama, sınırlamaya neden olan halin gerektirdiği ölçünün ötesine taşıyorsa, söz konusu sınırlama anayasaya aykırı bir sınırlama niteliğindedir.

Haklara getirilecek sınırlamalar, sınırlamaya neden olan amacın dışında herhangi bir başka amaca hizmet edecek şekilde düzenlenemezler. Sınırlamanın amacı ortadan kalktığı zaman sınırlamanın da kaldırılması gerekir.

İnsan haklarının sınırlandırılmasının sınırları konusunda en önemli ilkelerden bir tanesi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları ile içeriği olgunlaştırılmış olan ve Anayasamızın metninde de yerini alan demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olma zorunluluğudur. Anayasamızın 13. maddesinde sınırlamanın sınırı olarak kabul edilen “demokratik toplum düzeni” ile amaçlanan çoğulcu, özgürlükçü, çağdaş, demokratik toplum düzeni anlayışıdır. Bu düşünce madde gerekçesinde şöyle belirtilmiştir: “hak ve hürriyetlere getirilecek sınırlamalar yahut bunlar konusunda öngörülecek sınırlayıcı tedbirler demokratik rejim anlayışına aykırı olmamalı, genellikle kabul gören demokratik rejim anlayışı ile uzlaşabilir olmalıdır.”

D. Avrupa Birliği ve İnsan Hakları

Avrupa Birliği Konseyi’nin 1993 Kopenhag Zirvesi’nde aldığı kararlar uyarınca; siyasi kriterlere uyum, katılım müzakerelerinin başlaması için bir önkoşuldur. Birliğe katılmak için Kopenhag kriterlerinin tamamına uyum sağlamak gerekmektedir.

Kopenhag Siyasi Kriterleri, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ile azınlıkların korunmasına ve saygı gösterilmesinin teminat altına alan kurumların istikrara kavuşturulması şeklinde özetlenebilir. Bu konularda, genel ilkeler dışında, belirlenmiş somut normlar bulunmamakta, ülkelerin özelliklerine göre eksiklikler ortaya konmaktadır.

Avrupa Birliğinde temel hakların korunması bakımından 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi esas alınmaktadır. 1986 tarihli Tek Sened’in başlangıcı ve AB Antlaşması’nın 6.maddesi de, Sözleşmedeki temel hakları esas almaktadır. Amsterdam Antlaşması, AB Antlaşmasının temel hakların korunmasına ilişkin hükümlerini değiştirmiştir. Böylece Antlaşmaya özgürlük, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlükler ile hukukun üstünlüğüne saygı ilkeleri konmuş, bu ilkelere Topluluk organlarının uymasını sağlamak üzere Adalet Divanına yetki verilmiş ve üye ülkelerin yükümlülüklerini yerine getirmemesi durumunda yaptırım uygulanmasına imkân tanınmıştır. Ayrıca, Antlaşmaya; insanlar arasında tabiiyet, cinsiyet, etnik köken, din, inanç, özürlülük, yaş nedeniyle ayırım yapılmasını engelleyen hükümler konulmuştur.

Haziran 1999 tarihli Köln Avrupa Konseyinde, bu genel düzenlemelerin ihtiyacı tam olarak karşılayamadığı sonucuna varıldığından, temel hakların, Birlik düzeyinde etkili biçimde korunabilmesi için bir sözleşme hazırlanması hususu gündeme gelmiştir. Temel Haklar Sözleşmesi/Şartı olarak adlandırılan bu sözleşmede; 1950 tarihli İnsan Hakları Sözleşmesi ile Avrupa Konseyi Sözleşmesinin genel ilkeleri, Birlik vatandaşlarına tanınan temel haklar, Avrupa Sosyal Sözleşmesi ile Çalışanların Temel Sosyal Hakları Sözleşmesinde yer alan ekonomik ve sosyal haklar, yer almaktadır.

Demokrasi ve hukukun üstünlüğüne ilişkin olarak AB, aday ülkelerde; siyasi çoğulculuk, ifade ve din hürriyeti gibi demokratik özgürlüklerin mevcut olduğu, farklı siyasi partilerin serbest seçimler yoluyla iktidara gelebildiği, seçimlerin serbest ve adil bir biçimde yapıldığı ve muhalefetin etkin rol oynadığı bir ortam aramaktadır.

AB’ye tam üyeliğin en önemli koşulu insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü olup Türkiye’nin AB’ye üye olmasa dahi kabul etmesi gereken evrensel değerler arasındadır.

E. Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM

Demokrasi ve hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu ülkelerde insan hakları anayasa ve yasalarla korunmakta ve denetimi de bağımsız mahkemeler tarafından yapılmaktadır. Dolayısıyla, hakkının ihlal edildiğini iddia eden bir bireyin öncelikle hukuk yollarına başvurarak, hakkını araması gerekmektedir. Bütün hukuk yolları denendikten sonra uluslararası denetim gündeme getirilebilmektedir.

Avrupa Konseyi, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü, parlamenter demokrasiyi korumak ve Avrupa’nın bütünleşmesini sağlamak amacıyla Avrupa devletleri tarafından 1949 yılında kurulmuş uluslararası hukuk tüzel hukuki kişiliği olan, merkezi Strazburg’da (Fransa) bulunan bağımsız bir uluslararası teşkilattır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde yer alan kişisel ve siyasal hakları etkin bir şekilde korumak için 1950 yılında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Avrupa Konseyine üye devletler tarafından kabul edilmiş uyulması zorunlu kuralları içeren bağlayıcı bir antlaşmadır. Bu açıdan AİHS hukuksal bağlayıcılığı bulunmayan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinden tamamen farklıdır. Sözleşme hükümlerinin etkinliğini sağlayan en önemli faktör, güvence altına alınan hakların ihlal edilip edilmediğinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince (AİHM) denetlenmesidir. Mahkemenin bu yetkisine dayanarak bireyler üye devletleri şikâyet etmekte olup, devletlerin bireysel başvurularla ilgili olarak Mahkemenin yargı yetkisini tanımama hakları bulunmamaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti de 1954 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni onaylamış; 1987 yılında, bireysel başvuru hakkını, 1989 yılında ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı yetkisini kabul etmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Türk iç hukukunda doğrudan ileri sürülebilirliği ve uygulanabilirliği, vurgulanması gereken önemli hususlardan biridir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin kurduğu denetim mekanizması insan hakları konusunda ikincil veya tamamlayıcı nitelikte işlev görmektedir. Bu çerçevede Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin denetimi ulusal makamların yerine geçmek üzere oluşturulmuş değildir. İnsan haklarını korumada ve özel olarak ihlâlleri gidermede ilk görev ulusal makamlara (yargı, yasama ve idare makamlarına) düşmektedir. Avrupa Mahkemesi’nin yaptığı, sadece, ulusal düzeydeki denetimi tamamlayıcı bir denetimdir. Bu nedenle, Mahkeme’de bireysel başvurunun kabul edilebilmesi, iç hukuk yollarının tüketilmiş olmasına bağlıdır. Ayrıca başvurunun iç hukuka göre verilen kesin karardan sonra ve en geç altı ay içinde yapılmış olması gerekmektedir. Başvurular, Sözleşme hükümleri ile bağdaşmadığı, açık dayanaklarının olmadığı, dilekçe hakkının kötüye kullanıldığı durumlarda reddedilmektedir.

AİHM, Komiteler, Daireler ve Büyük Daire şeklinde örgütlenmiştir. Komiteler, ön incelemeyi yapar, daireler kabul edilebilirlik kararı vererek, işin esasına bakar ve bireysel başvurularda karar verir. Büyük Daire, Sözleşme ile Protokollerin yorumu ile temyiz mercii olarak görev yapar. Kararları kesindir. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi de mahkeme kararlarını yerine getirmekle görevlidir.

AİHM’nin kararları özgürlüklerin kısıtlanmasını değil asgari özgürlüklerin sağlanmasını teminat altına alan kararlar almaktadır. AİHM’nin almış olduğu kararların daha ötesinde, ülkeler dilediğinde vatandaşlarına yönelik özgürlükleri daha fazla geliştirebilmektedir.

 II. BÖLÜM: TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARI

 A. Genel Olarak

1982 Anayasası’nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin insan haklarına saygılı bir hukuk Devleti olduğu ifade edilmiştir. Anayasamızın 5. maddesinde de kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak Devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Temel hak ve hürriyetler, Anayasamızın ikinci kısmında, temel hak ve hürriyetlere ilişkin genel hükümler, kişinin hakları ve ödevleri, sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler,  ve siyasi haklar ve ödevler başlıkları altında düzenlenmiştir. Anayasamız, temel hak ve hürriyetleri yalnızca düzenlemekle kalmayarak korunmaları için de bir takım mekanizmalar ve güvenceler öngörmüştür. Anayasamızın, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağına ilişkin 13. maddesi; usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümlerinin esas alınacağına ilişkin 90. maddesinin son fıkrası önem taşımaktadır.

Sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümünde yer alan siyasi haklar ve ödevlerin kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemeyeceğine ilişkin 91. maddesinin birinci fıkrası hükümleri de temel hak ve hürriyetlerin korunması amacıyla Anayasamızın kurmuş olduğu mekanizmalardan bazılarıdır.

Anayasamız, temel hak ve hürriyetlerin korunması hususunda yalnızca yukarıda bazı örnekleri verilen güvencelerle yetinmemiş, temel hak ve hürriyetlerin hak arama ve başvuru yolları vasıtasıyla korunabilmesi için de bazı düzenlemeler getirmiştir. Anayasamızın “hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinde; herkesin, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu belirtildikten sonra, temel hak ve hürriyetlerin korunmasına ilişkin 40. maddesinde; Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkesin, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahip olduğu belirtilerek temel hak ve hürriyetlerin yargısal usul ve yollar yanında siyasi ve idari usuller ve yollarla da korunabilmesi imkânı getirilmiştir. Bu durum Anayasamızın dilekçe hakkını düzenleyen 74. maddesinde; vatandaşların ve karşılıklılık esası gözetilmek kaydıyla Türkiye’de ikamet eden yabancıların kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek ve şikâyetleri hakkında, yetkili makamlara ve Türkiye Büyük Millet Meclisine yazı ile başvurma hakkına sahip olduğu, kendileriyle ilgili başvurmaların sonucunun gecikmeksizin dilekçe sahiplerine yazılı olarak bildirileceği ifade edilmek suretiyle de pekiştirilmiştir.

Temel hak ve hürriyetlerin yargı dışı siyasi ve/veya idari mekanizmalarla korunması konusu nispeten yeni sayılabilecek bir olgudur. Tarihsel gelişlim süreci içinde, temel hak ve hürriyetlerin sadece anayasal ve yasal düzenlemeler ile yargısal yollar ve usuller vasıtasıyla korunamayacağı görülmüş, yürütme veya yasama organı ile ilişkili olmakla birlikte toplumun tüm kesimlerinin temsil edilebileceği şekilde çoğulcu bir yapıya ve dış faktörlerden etkilenmesini önleyecek derecede idari ve mali özerkliğe sahip insan hakları kurumları kurulması fikri gündeme gelmiş ve dünyanın birçok ülkesinde bu tür kurumlar oluşturulmuştur. İnsan hakları alanında kurumsallaşma çabalarına ilişkin bu gelişmeler Birleşmiş Milletler tarafından da memnuniyetle karşılanmıştır. “Paris Prensipleri” olarak bilinen ve ulusal insan hakları kurumlarının kuruluş, görev ve işleyişlerine, yetki ve sorumluluklarına ilişkin ilkeler içeren 20.12.1993 tarihli ve 48/134 sayılı Birleşmiş Milletler Genel Kurul Kararıyla, insan haklarını etkin bir şekilde koruyacak ulusal insan hakları kurumlarının kurulması, mevcut olanların ise güçlendirilmesi tavsiyesinde bulunulmuştur.

İnsan hakları alanında kurumsallaşma çalışmaları, dünyadaki gelişmelere paralel bir şekilde, ülkemizde de ivmesi giderek artan bir seyir izlemiştir. Bu konuda ilk adım 05.12.1990 tarihli ve 3686 sayılı Kanunla atılmış ve Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde bir İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu kurulmuştur. 1991 yılından itibaren de bir Devlet Bakanı insan haklarının takip ve koordinasyonu ile görevlendirilmeye başlanmıştır. 09.04.1997 tarihli ve 1997/17 sayılı Başbakanlık Genelgesi ile, insan hakları ile ilgili konularda görevli Devlet Bakanının başkanlığında Başbakanlık, Adalet, İçişleri ve Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlarının Katılımıyla İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu teşkil edilmiştir. 04.06.1998 tarihli ve 23362 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelikle İnsan Hakları Eğitimi On Yılı Ulusal Komitesi kurulmuştur. İnsan Haklarının korunmasını sağlamak ve ihlallerin önlenmesini sağlamak amacıyla 2 Kasım 2000 tarihli ve 24218 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Yönetmelikle de İnsan Hakları İl ve İlçe Kurulları oluşturulmuştur. Ayrıca çeşitli kurum ve kuruluşlar bünyesinde de insan hakları birimleri kurulmuştur.

Devlet teşkilatı içerisinde insan hakları alanında kurumsallaşma konusundaki en kapsamlı düzenleme Başbakanlık Teşkilatı Hakkındaki 3056 sayılı Kanunda değişiklik yapan 12.04.2001 tarihli ve 4643 sayılı Kanunla gerçekleştirilmiştir. Anılan Kanunla Başbakanlık merkez teşkilatı içerisinde ana hizmet birimi olarak “İnsan Hakları Başkanlığı” kurulmuştur. Aynı kanunun ek maddeleriyle “İnsan Hakları Üst Kurulu” ve “İnsan Hakları Danışma Kurulu”nun oluşumu düzenlenmiş, ihlal iddialarını incelemek üzere de “İnsan Hakları İhlal İddialarını İnceleme Heyetleri” oluşturulabilmesine olanak tanınmıştır. İnsan Hakları Üst Kurulu, İnsan Hakları Danışma Kurulu ve İnsan Hakları İhlal İddialarını İnceleme Heyetlerinin sekretarya hizmetlerini yapmak görevi İnsan Hakları Başkanlığı’na verilmiştir.

4643 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra yayımlanan yönetmeliklerle İnsan Hakları Üst Kurulu, İnsan Hakları Danışma Kurulu ve İnsan Hakları İhlal İddialarını İnceleme Heyetlerinin kuruluşları, görev ve işleyişleri ile ilgili usul ve esaslar belirlenmiş, İnsan Hakları İl ve İlçe Kurulları son mevzuat değişiklikleri doğrultusunda yeniden yapılandırılarak sivil toplum ağırlıklı ve eksenli bir yapıya kavuşturulmuştur. İnsan Hakları Eğitimi On Yılı Ulusal Komitesi de, İnsan Hakları Eğitimi Ulusal Komitesi adı altında daimi bir statüye kavuşturulmuştur.

Temel hak ve hürriyetlerin korunması amacıyla iç hukukumuzda oluşturulan siyasi ve idari başvuru mekanizmalarına, Ülkemizin değişik tarihlerde taraf olduğu sözleşmeler vasıtasıyla uluslararası başvuru mekanizmaları da eklenmiştir. Bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yanı sıra İşkenceyi Önleme Komitesinin, Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesinin ve İnsan Hakları Komitesinin başvuru alma ve inceleme yetkileri de Ülkemiz tarafından tanınmış ve kabul edilmiştir. Böylece, bireyler tarafından, iç hukuk yollarının tüketilmesinden sonra ilgili uluslararası organlara başvurabilme imkânı getirilmiştir.

Türkiye, 50 yıl önce Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni kabul eden devletler arasındadır. Daha sonra İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi ve o Sözleşme’ye ek çeşitli protokoller de kabul edilmiştir.

Türkiye, 28 Ocak 1987 de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuru hakkını 1989 da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı yetkisini ve işkence ve kötü muamelenin önlenmesi konusundaki Birleşmiş Milletler ve Avrupa Sözleşmelerini kabul etmiş, bu çerçevede kapılarını uluslararası denetime açmıştır.

İnsan hakları ile ilgili uluslararası belgelerin hemen hepsinin altında Türkiye’nin de imzası vardır. Bu belgeler, Türk hukukunun parçası olmuşlardır.

II. Dünya Savaşından sonra yapılan anayasaların çoğunda olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası da, insan haklarına verdiği önemi açıkça göstermiştir. Anayasamızın 2. maddesinde insan haklarına saygı, Türkiye Cumhuriyeti’nin değiştirilmesi dahi teklif edilmeyecek nitelikleri arasında belirtilmiştir. Daha sonra 1982 Anayasasında 2001 yılında yapılan değişiklikle “İnsan haklarına dayalılık” esası da benimsenmiştir. 2001 ve 2004 yılında gerçekleştirilen anayasal değişiklikler ve 9 Reform Paketiyle gerçekleştirilen yasal ve idari düzeydeki mevzuat değişiklikleriyle insan hakları alanında büyük bir değişim ve dönüşüm yaşanmıştır.

İnsan haklarının bugüne kadar batı normlarında uygulanmamış olmasının temelinde eğitim noksanlığı, coğrafik ve jeolojik zorluklar nedeniyle bölgeler arası gelişmişlik farklılıkları, uzun süre devam eden terör ve terörle mücadeleden kaynaklanan zorluklar, bilinçsizlik ve bireysel hatalar olduğu söylenebilir. Yoksa insana verilen saygının derin izleri kültürel mirasımızda fazlasıyla mevcuttur.

B. Türkiye’de İnsan Hakları Alanında Yapılan Reformlar

- Anayasa’nın 14. maddesinde 03.10.2001 tarihinde 4709 sayılı Kanunla yapılan değişiklikle, temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılması olarak sayılan haller sınırlandırılarak, hak ve özgürlüklerin sınırı genişletilmiştir. Buna göre;  hakkın kötüye kullanılması halleri “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan aldırmayı amaçlayan faaliyetler” olarak sayılmak suretiyle, maddede daha önce yer alan “Anayasa’da yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, …Devletin bir kişi ve zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzenini kurmak amacıyla kullanılamazlar” ibareleri metinden çıkarılmıştır.

Öte yandan, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin kuralları belirleyen Anayasa’nın 13. maddesi ile özel bazı temel hak ve özgürlüklerle ilgili kısıtlamalar getiren Anayasa hükümlerinde (düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğüne ilişkin 26. madde, bilim ve sanat hürriyetine ilişkin 27. madde, basın hürriyetine ilişkin 28. madde gibi) de 03.10.2001 tarihli ve 4709 sayılı Kanunla değişiklikler yapılarak, temel hak ve özgürlüklerin sınırı ve kullanımı imkanları genişletilmiştir.

 - 4857 sayılı yeni İş Yasası 10 Haziran 2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Yasanın eşit muameleyle ilgili 5. maddesi uyarınca; “İş ilişkisinde dil, ırk, cinsiyet, siyasal düşünce felsefi inanç, din ve mezhep gibi sebeplere dayalı ayrım yapılamaz”. Söz konusu maddede ayrıca, işverenin esaslı sebepler olmadıkça tam/ kısmi süreli çalışan işçi ile belirli-belirsiz süreli çalışan işçiye farklı işlem yapamayacağı, biyolojik veya işin niteliğine ilişkin sebepler zorunlu kılmadıkça, cinsiyet veya gebelik nedeniyle iş sözleşmesinin yapılması, uygulanması ve sona ermesinde doğrudan veya dolaylı ayrımcılık yapılamayacağı, eşit işte cinsiyete dayalı farklı ücret kararlaştırılamayacağı, yine işçinin cinsiyeti nedeniyle koruyucu hükümlerin uygulanmasının ayrımcılık sebebi olamayacağı hususlarında hüküm getirilmiş, iş ilişkisinde veya sona ermesinde bu hükümlere aykırı davranıldığında uygulanacak maddi yaptırımlar ile ispat külfeti düzenlenmiştir.

4857 sayılı yeni İş Kanununun 18. maddesinde de, otuz veya daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde en az altı aylık kıdemi olan işçinin sözleşmesinin feshi için işverenin işçinin yeterliğinden veya davranışlarından ya da işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan geçerli bir sebebe dayanmak zorunda olduğu belirtildikten sonra, özellikle fesih sebebi olamayacak haller arasında “ırk, renk, cinsiyet, medeni hal, aile yükümlülükleri, hamilelik, doğum, din, siyasi görüş ve benzeri nedenler” ile “kadın işçilerin hamilelik, doğum ve süt izni sebebiyle işe gelmemeleri” açıkça sayılmıştır. Fesih sebebi olamayacak diğer haller, sendika üyeliği, sendikal faaliyetler, yasal hakların kullanımı,hastalık veya kaza nedeniyle yasal izin haklarının kullanılması olarak belirtilmiştir.

 - 22.01.2004 tarihli ve 25354 sayılı Resmi Gazetede, “Personel Temininde Eşitlik İlkesine Uygun Hareket Edilmesi” konulu 2004/7 sayılı Başbakanlık Genelgesi yayımlanmıştır.

Buna göre; Ülkemizin de taraf olduğu, Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesinin (CEDAW), taraf devletlere, kadınlara karşı ayrımcılığın önlenmesini teminen  mevzuat değişiklikleri dahil her türlü önlemi alma yükümlülüğünü getiren 2 ve 11. maddelerine atıf yapılarak, birey ve toplumun gelişimi ile sağlıklı nesillerin yetiştirilmesinde özel bir konuma sahip olan kadınlarımızın sorunlarıyla ilgilenilmesinin Hükümetin öncelik verdiği bir konu olduğu vurgulanarak, bu bakış açısı çerçevesinde, tüm kamu kurum ve kuruluşları tarafından personel temini amacıyla yapılacak çalışmalarda, başvuru kabul şartlarının hizmet gerekleri doğrultusunda belirleneceği ve ayrımcılığa meydan verilmeyecek şekilde hareket edileceği hükme bağlanmıştır.

- Anayasanın “Kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dilde yayım yapılamaz” şeklindeki 28. maddesinin ikinci fıkrası hükmü, 03.10.2001 tarihli ve 4709 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılmıştır.

Bu doğrultuda, 03.08.2002 tarih 4771 sayılı Kanunun (3. Uyum Paketi) 8. maddesi uyarınca, 3984 sayılı “ Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun”un 4. maddesinin 1. fıkrasında yapılan değişiklikle, bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde kültürel yaşamda kullanılan farklı dil ve lehçelerde yayın yapılması imkanı getirilmiştir. Anılan Kanun hükmünün uygulanmasını teminen bu konuda çıkarılan Yönetmelik ise 25.01.2004 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

- 3 Ağustos 2002 tarihli ve 4771 sayılı Kanunla (3. Uyum Paketi ) Radyo ve Televizyon Yayınlarına İlişkin Kanunda yapılan değişiklikle “yayınların şiddet kullanımını özendirici veya ırkçı nefret duygularını kışkırtıcı nitelikte olmaması” hükmü getirilmiştir. 15 Temmuz 2003 tarihli ve 4928 sayılı Kanunla (6. Uyum Paketi) ise “Mahalli yayınları izlemek için gerekli görülen yerlerde halen mevcut kadrolardan bölge teşkilatı oluşturulabilir” denilmek suretiyle, söz konusu hükmün ülke genelinde uygulanması ve denetim görevinin yerine getirilebilmesini sağlamaya yönelik önlemler düzenlenmiştir.

 - Çağdaş toplumlar açısından sosyal bir gerçeklik olması itibarıyla kültürel ve dilsel çoğulculuk, demokrasi teorisi ve uygulaması içinde siyasal bir ilkedir. Farklılıkların tanınması ve kamusal yaşamda ifade edilmesine imkan sağlanması demokratik bir toplum olmanın olmazsa olmaz koşullarındandır. Bu çerçevede, 03.08.2002 tarihli ve 4771 sayılı Kanunla (3. Uyum Paketi) “ Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanunu”nda yapılan değişiklikle, Türk vatandaşlarının günlük yaşamda geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesi hususundaki engel kaldırılmıştır. Söz konusu Kanun doğrultusunda uygulamaya ilişkin Yönetmelik ise 05.12.2003 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

- İfade hürriyetine ilişkin olarak; Türk Ceza Kanunu’nun 159. maddesinde 06.02.2002 tarihli ve 4744 sayılı Kanunla (I. Uyum Paketi) yapılan değişiklikle cezalar hafifletilmiş, ayrıca 09.08.2002 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren 4771 sayılı Kanun’un (3. Uyum Paketi) 2. maddesiyle TCK’nın 159. maddesine bir fıkra eklenerek, birinci fıkrada sayılan organları veya kurumları aşağılama ve alay etme kastı olmaksızın, sadece eleştiri amacıyla yapılan yazılı, sözlü veya görüntülü düşünce açıklamalarının cezayı gerektirmeyeceği hükmü getirilmiştir.

 - Yine, TCK’nın 312. maddesinin 1. fıkrasında düzenlenen “kanunun suç saydığı bir fiilî açıkça öven veya iyi gördüğünü söyleyen veya halkı kanuna uymamaya tahrik eden kimseye” verilecek ceza hafifletilmiş, TCK’nın 2. maddesinin 2. fıkrasında düzenlenen “halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığı açıkça tahrik” etmeye dair suç ise “halkı birbirine karşı kamu düzeni için tehlikeli olabilecek bir şekilde düşmanlığa veya kin beslemeye açıkça tahrik etme” koşuluna bağlanmıştır.

- Keza, 4744 sayılı Kanun’la getirilen yeni bir fıkrayla, halkın bir kısmını aşağılayıcı ve insan onurunu zedeleyecek bir şekilde aşağılayan kimseye de birinci fıkradaki cezanın verileceği hükmü eklenmiştir.

- Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 107. maddesinde yapılan değişiklikle, tutuklamadan veya tutuklamanın uzatılmasına ilişkin her karardan tutuklunun bir yakınına veya belirlediği bir kişiye “hakim kararıyla” ve “gecikmeksizin” haber verilmesi zorunluluğu getirilmiştir.

- Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 128. maddesinde yapılan değişiklikle, toplu olarak işlenen suçlarda gözaltı süresi kısaltılmış, yakalamadan ve yakalama süresinin uzatılmasından yakalananın yakınlarına zaman geçirilmeden haber verilmesi zorunluluğu getirilmiştir.

- 26.03.2002 tarihli ve 4748 sayılı Kanunda (2. Uyum Paketi) 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’na ilişkin getirilen değişikle Siyasi Partiler Kanunu’nun 101 ve 102. maddelerinde değişiklik yapılarak, siyasi partilerin kapatılması zorlaştırılmış, 02.01.2003 tarih 4778 sayılı (4. Uyum paketi) Kanunu ile de 102. maddede belirtilen kapatma cezası tamamen kaldırılmış, ceza sadece maddi yaptırıma dönüştürülmüştür.

 - Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 9. maddesinde 2. Uyum Kanunuyla yapılan değişiklikle, daha önce 21 olan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleyebilmek için yaş sınırı 18’e düşürülmüştür.

- TCK’nın iş ve çalışma hürriyetini engellemeye ilişkin suçlara dair 201. maddesine eklenen 201/a ve 201/b maddelerinde yapılan düzenlemelerle, uluslararası mevzuata paralel olarak göçmen kaçakçılığı, zorla çalıştırılma ve organ ticareti suç sayılarak cezai hükümler getirilmiştir.

- 02.01.2003 tarihli ve 4778 sayılı Kanunla (4. Uyum Paketi) yapılan değişiklikle, TCK’nın  245. maddesine eklenen bir fıkra ile, yargı ve kolluk mensupları ile diğer kamu görevlileri tarafından memuriyetlerinin yerine getirilmesi sırasında işlenen kötü muamele ve işkence suçlarında verilen hürriyeti bağlayıcı ve memuriyetten uzaklaştırma cezasının para cezasına veya tedbirlerden birine çevrilemeyeceği ve ertelenemeyeceği hükme bağlanmıştır.

- Güvenlik kuvvetlerinin hukuka aykırı eylemlerine yönelik şikayetlerle ilgili olarak; 02.01 2003 tarihli ve 4778 sayılı Kanunla (4. Uyum Paketi) 4483 sayılı “Memurlar ve Diğer kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun’da yapılan değişiklikle, CMUK’un 154/4 fıkrası TCK’nın 243. (işkence) ve 245. (kötü muamele) maddelerinde düzenlenen, kamu görevlilerinin kişilere karşı kötü niyet ve muameleleri, ihmal vb. konularda açılacak soruşturma ve kovuşturmalarda idari mercilerden izin alınması gereği ortadan kaldırılmıştır. Dolayısıyla, kolluk kuvvetlerinin belirtilen kanun düzenlemelerine aykırı tutum ve davranışlarına yönelik soruşturmalar, memurlar tarafından işlenen diğer suçlarda aranan idari izin prosedüründen geçmeksizin, doğrudan adli yargı kapsamında yürütülecektir.

- 4778 sayılı Kanunla 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 1. maddesinin sonuna eklenen fıkrayla, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde düzenlenen ayrımcılık yasağı ve Ek 1 no’lu Protokolle güvence altına alınan mülkiyet hakkının korunması ilkesiyle uyum sağlamak üzere, cemaat vakıflarının taşınmaz mal edinebilmeleri ve taşınmazları üzerinde her türlü tasarrufta bulunabilmelerine imkan sağlanmıştır. Sözkonusu Kanunun uygulanmasına ilişkin “Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Mal Edinmeleri, Tasarrufları Altında Bulunan Taşınmaz Malların Bu Vakıflar Adına Tescil Edilmesi” hakkındaki Yönetmelik ise, 24.01.2004 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir

- 23.01.2003 tarihli ve 4793 sayılı Kanunla (5. Uyum Paketi), Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 445 ve Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 327. maddelerinde yapılan düzenlemeyle, kesin olarak verilen veya hukuki prosedürü tamamlayarak kesinleşen bir mahkeme kararının, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce, İnsan Hakları ve Ana Hürriyetlerini Korumaya Dair Sözleşmenin veya eki protokollerin ihlali suretiyle verildiğinin saptanması hali yargılamanın iadesi sebebi olarak kabul edilmiştir.

- Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nun 9. maddesinde yapılan değişiklikle, Anayasanın kişi hürriyeti ve güvenliğine ilişkin 19. maddesi ile özel hayatın gizliliği ve konut dokunulmazlığına ilişkin 20 ve 21. maddesinde yapılan değişikliklere uyum sağlanmıştır. Buna göre; bu maddede belirtilen hallerde polis tarafından yapılacak aramalarda usulüne uygun verilmiş hakim kararı veya gecikmesinden sakınca bulunan hallerde, diğer yetkili kılınmış merciin yazılı emri koşulu getirilmiştir.

- Basın Kanunu’nun Bakanlar Kurulu kararıyla sakıncalı bulunan, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, milli egemenliğe, Cumhuriyetin varlığına, milli güvenliğe, kamu düzenine, genel asayişe, kamu yararına, genel ahlaka ve genel sağlığa aykırı olan yabancı ülkelerde basılmış eserlerin Türkiye’ye sokulması ve dağıtımının yasaklanabileceğine dair 31. maddesi ile basılmış eserlere el konulmasına dair Ek 3. maddesinde yapılan düzenleme yürürlükten kaldırılmıştır.

- Farklı kültürlere veya örf ve adetlere sahip vatandaşların, özel yaşamlarına ve aile hayatlarına ilişkin hürriyetlerinin korunması amacıyla, Nüfus Kanunu’nda değişiklik yapılarak, çocukların adlarının konulmasında, sadece ahlak kurallarına uygun düşmeyen ve kamuoyunu incitici nitelikte olan adların konulmaması hükme bağlanmış, sözkonusu hükümle bu konuda meydana gelen sınırlayıcı yorum ve uygulamaların önlenmesi öngörülmüştür.

- 3.5.1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununda yapılan değişiklikle, farklı din ve inançlara sahip vatandaşların, ibadet hürriyetlerini din ve vicdan hürriyeti çerçevesinde kullanmalarının sağlanması amaçlanarak, Kanunda yer alan “cami” ibareleri “ibadet yeri” olarak değiştirilmiş ve ibadet yerleri ile ilgili bazı düzenlemeler yapılmıştır.

- Demokratik ve şeffaf yönetimin gereği olan eşitlik, tarafsızlık ve açıklık ilkelerine uygun olarak kişilerin bilgi edinme hakkını kullanmalarına ilişkin esas ve usullerin düzenlendiği Bilgi Edinme Hakkı Kanunu 24.04.2004 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

- 21.05.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5166 sayılı Kanun’la Anayasamızın çeşitli maddelerinde değişiklikler yapılarak önemli hükümler getirilmiştir.

Buna göre;

•          Anayasa’nın 10. maddesine “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçirilmesini sağlamakla yükümlüdür.” hükmü eklenmiş;

•          Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırılmış;

•          Ölüm cezası kaldırılmış;

•          Anayasanın 90. maddesine eklenen bir fıkra ile, “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi konusunda çıkabilecek anlaşmazlıklarda milletlerarası anlaşma hükümlerinin esas alınacağı” hükme bağlanmıştır.

 - 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu,  Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 26.09.2004 tarihinde kabul edilmiş ve 12.10.2004 tarihli ve 25611 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Kanunun “İmar kirliliğine neden olma” başlıklı 184. maddesi yayımı tarihinde yürürlüğe girmiştir. “Çevrenin kasten kirletilmesi” başlıklı 181. maddesinin 1. fıkrası ile “Çevrenin taksirle kirletilmesi” başlıklı 182. maddesinin 1. fıkrası yayımı tarihinden iki yıl sonra yürürlüğe girmiştir. Diğer hükümleri ise 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Yeni Türk Ceza Kanunu, dil ve düzenleniş şekli itibarıyla eskisinden oldukça farklı olması yanında, içeriği itibarıyla pek çok konuda uluslararası normlara uygun ve çağdaş yeni düzenlemeler getirmektedir. Toplam 348 maddeden oluşan yeni Kanunun 1. maddesinde, Ceza Kanununun amacı, kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barışını korumak, suçun işlenmesini önlemek olarak ifade edilmiştir.

5237 sayılı Kanunla getirilen önemli değişiklikler arasında insan haklarına ilişkin olarak, ayrımcılığı önlemek üzere çeşitli maddelerde yer alan hükümlerin yanı sıra ayrımcılığın ayrı bir maddede suç olarak düzenlenmesi, ifade hürriyetinin, örgütlenme özgürlüğünün, diğer insan hak ve özgürlüklerinin sınırlarını genişleten düzenlemelere yer verilmesi, haksız tahrikin ancak bir haksız fiile maruz kalmakla gerçekleşebileceği değerlendirilerek konunun somutlaştırılması, orman ticareti, soykırım, işkence ve eziyet suçlarının ağır yaptırımlara bağlanması, cinsel suçların detaylı düzenlenmesi, çocukların cinsel istismarı, şiddetten ve uyuşturucudan korunmasını teminen yasal anlamda ciddi adımlar atılması, hırsızlık ve kapkaç suçlarının cezalarının artırılması, imar mevzuatına aykırılıklardan kaynaklanan çevre suçlarıyla ilgili önemli düzenlemeler yapılması, terör örgütleriyle mücadele kapsamında etkin pişmanlık hükmünün düzenlenmesi sayılabilir.

Yeni Kanunda ayrıca, kadınlara karşı şiddetin önlenmesini teminen düzenlemeler yapılmıştır. Bu anlamda olmak üzere, namus cinayetlerinin önlenmesi için, kasten öldürme suçunun üstsoy veya altsoydan birine ya da eş veya kardeşe karşı , keza töre saikiyle işlenmesi halleri ağırlaştırıcı sebep kabul edilerek cezası artırılmış, ayrıca bu suçların faillerinin haksız tahrik indiriminden yararlanmasının önlenmesi için haksız tahrikin oluşması haksız bir fiilin varlığı koşuluna bağlanmıştır.

- Yine, 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı yeni “Ceza Muhakemesi Kanunu”nda, gözaltı süreleri kısaltılmış ve gözaltına alma, bu tedbirin soruşturma yönünden zorunlu olmasına ve kişinin bir suçu işlediğini düşündürecek emarelerin varlığına bağlanmıştır.

Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 91. maddesinde, gözaltı süresi, kural olarak, en yakın hakim veya mahkemeye gönderilme süresi hariç 24 saat olarak düzenlenmiştir. Ayrıca yeni düzenleme ile, yakalama yerine en yakın hakim veya mahkemeye gönderilme için zorunlu süre en çok oniki saat olarak kabul edilmiştir. Toplu olarak işlenen suçlarda, delillerin toplanmasındaki güçlük veya suçlu sayısının çokluğu nedeniyle, Cumhuriyet savcısı gözaltı süresinin, her defasında bir günü geçmemek üzere, üç gün süreyle Buna mukabil, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 250. maddesinin 1. fıkrasının (a) ve (c) bentlerinde belirtilen örgütlü suçlar ile (c) bendi kapsamındaki suçlarda gözaltı süresi en yakın hakim veya mahkemeye gönderilme süresi hariç 48 saat olarak belirlenmiştir.

Ayrıca, Anayasa’nın 120. maddesi uyarınca, olağanüstü hal ilan edilen bölgelerde yakalanan kişiler hakkında, 91. maddenin üçüncü fıkrasında dört gün olarak belirlenen süre, Cumhuriyet savcısının talebi ve hakim kararıyla yedi güne kadar uzatılabilir. Hakim, karar vermeden önce yakalanan kişiyi dinler.

- 5253 sayılı yeni Dernekler Kanunu 23.11.2004 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sözkonusu Kanunla dernek kuruculuğu ile ilgili kısıtlamalar ve özellikle eski hükümlülerle ilgili sınırlamalar kaldırılmış, 15 yaşını bitirmiş ayırt etme gücüne sahip küçükler için dernek kuruculuğu imkânı getirilmiş, dernek üyeliği ile ilgili eski kanunda yer alan kısıtlamalar, keza öğrenci dernekleriyle ilgili özel kısıtlamalar kaldırılmış, derneklerin uluslararası faaliyetleri konusunda olumlu değişiklikler getirilmiş, derneklerin denetiminde özellikle kolluk kuvvetlerinin yetkileri sınırlandırılmış, taşınmaz mal edinme ile ilgili kısıtlamalar kaldırılmıştır.

- Adli Yargıda İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkilerine Dair Kanun ile Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, 07.10.2004 tarih 25606 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmış olup, 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Adli Yargıda İlk Derece Mahkemeleri ile Bö